top of page
unnamed (6).jpg

Bismillâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm / بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم

MÂ ŞÂALLÂHU LÂ KUVVETEİLLÂBİLLÂH

 Abdullah Dağıstani, Hicri 1309, Miladi 1891’de Dağıstan’da gelenekten hekim olan bir aileye doğdu. Babası bir hekim , ağabeyi de Rus ordusunda general rütbeli bir cerrahtı. Manevi yolda bir Nakşbendiyye mürşidi olan dayısı Şerafeddin Dağıstanî tarafından küçüklüğünden itibaren özel bir özen gösterilerek eğitildi ve ruhi yönden yetiştirildi..


 

Şerafeddin Dağıstanî, kız kardeşinin Abdullah’a hamileliği sırasında ona şöyle dedi: “Şimdi karnında taşıdığın yavrunun kalb gözü açıktır. O, aynı anda hem Allah’la hem de halkla olabilme yeteneğini mükemmel olarak sergileyecektir . Doğum yaptığın zaman ona “Abdullah” adını verin. Çünkü o, kulluk sırrını taşıyabilen biri olacak. Tarikatı Arab ülkelerine yeniden yayacak, halefleri ise yolun sırrını Batı ülkelerine ve Uzakdoğu‘ya yayacak. O’na özel dikkat göstermelisiniz. Yedi yaşına geldiği zaman, ruhi yönden yetiştirmem ve manevi korumam altında yaşaması için O’nu bana vermelisiniz.”


 

Rebi-ul Evvel ayının 12. Perşembe gecesi, annesi Emine oğlunu doğurdu. Adını dayısının işaret ettiği üzere Abdullah koydular. Yedi yaşından itibaren dayısı Şerafeddin Dağıstanî’nin yanında kalıyordu. Çocuk yaşlarında iken Kur’an-ı Hakim’i ezberden okuyordu. Şeriat sınırlarını muhafaza etmekte son derece titizdi. Daha gençliğinde Fatiha suresini okuyarak hastaları tedavide ün kazanmıştı. Bir çok hastalıklar sebebiyle, çok insanlar ona getirilirdi. Böyle tedavi, sonsuz yeteneklerinden biriydi.


 

Doğduğu günlerde ( 19. yüzyıl sonları ) Dağıstan, Rusya’nın şiddetli baskıları ve Rus işgal ordularının korkunç zulümleri altındaydı. Köyün manevi lideri olan dayısı ve ünlü bir hekim olan babası, Dağıstan’dan, Türkiye’ye hicret etmeği düşünmeğe başlamışlardı. Bu hicretin manevi açıdan o zaman uygun olup olmadığı konusunda Abdullah’ın fikrini de sormuşlardı. Abdullah Dağıstani, bu vakayı daha sonra şöyle dile getirmiştir: “ O gece ben yatsı namazını kıldım, sonra abdestimi tazeleyip iki rekat namaz daha kıldım. Sonra, şeyhim olan dayım vasıtasıyla Peygamber Aleyhisselâm’a rabıta ederek tefekküre daldım. Peygamber(a.s.)’in bana doğru geldiğini gördüm. Peygamber Aleyhisselâm bana şöyle dedi: “Ey oğlum! Dayına ve köydeki koruculara söyle: Vakit kaybetmeden hemen Türkiye’ye göç etsinler.” Sonra ben, Peygamber (a.s.)’ı, beni kucaklarken ve O’nun kucağında kendimi kaybettiğimi idrâk ettim. Kendimi Kudüs’te Beyt-ül Makdis’in kubbesinden yukarı yükselirken gördüm. Bu yükselişte, Peygamber Aleyhisselâm, Miraç’a çıktığı zaman gördüğü gerçekleri kalbime aktardı. Bütün bu çeşitli bilgiler, ışıklı sözler olarak kalbime geldi ki, bunlar yeşil renk olarak başlıyor ve mora dönüşüyordu ; kalbime dökülen anlamlar ölçülemez miktardaydı. (…)”


 

Sonra dayımın omuzlarımdan beni sarstığını hissettim. Şöyle diyordu: “Ey oğlum, sabah namazını kılma vaktidir.”Dayımın arkasında ben ve üçyüzden fazla köylü sabah namazını cemaatle birlikte kıldık. Namazdan sonra dayım ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Yeğenime göç hususunda istihare yapmasını söyledim” Herkes merakla neler görüp işittiğimi söylememi bekliyordu. Dayım hemen şöyle devam etti: “Peygamber (a.s.), hepimizin Türkiye’ye gitmesine izin verdi.”


 

“Köyde bulunan herkes göç hazırlığına başladı. Dağıstan’dan Türkiye’ye doğru yolculuğa başladık. Bu öyle bir yolculuktu ki, hem en ufak bir kışkırtma olmadan adam öldüren Rus askerleri, hem de yol eşkıyaları tarafından önümüze çıkarılan bir çok tehlikelerle karşılaştık. Türkiye sınırına yakın bir orman içinde seyahat ederken, ormanın sınırdaki Rus askerleri tarafından kuşatıldığını biliyorduk. Fecr vaktiydi, dayım şöyle dedi: “Sabah namazımızı kılacağız ve namazdan sonra ormanı geçeceğiz.” Sabah namazını kıldık ve tekrar hareket ettik. Sonra Şeyh Şerafeddin Dağıstani, hepimize : “Durun!” dedi. Bir bardak su istedi. Birisi ona bir bardak su verdi. Yasin Suresi’nden 9.ayeti okudu: “Biz de onların önünde ve arkalarında birer engel oluşturduk ve görünmeyecek şekilde üzerlerini örttük.” Sonra dayım 12.surenin 64.ayetini de okudu: “Allah en iyi koruyandır, O merhametlilerin en merhametlisidir.” O, bu ayetleri okurken, herkes kalbini dolduran bir güven hissetti ve bütün göçmenlerin titrediğini gördüm. Allah o anda kalb gözümü açarak bana bir görüş nasib etti ve böylece Rus askerlerinin her taraftan bizi sardığını ve kuş uçurtmayacak şekilde , hareket eden her şeye ateş etmekte olduklarını gördüm. Daha sonra da aralarından geçip gittiğimizi ve kurtulduğumuzu idrâk ettim. Ormanı geçiyorduk ve Ruslar bizim ve hayvanlarımızın ayak seslerini bile duymadılar. Sınırın Türkiye tarafına geçinceye kadar, bizi hiçbir şekilde farketmediler. Güven içinde sınırı geçtik.”


 

Şeyh Şerafeddin okumasını bitirince, vizyon kayboldu. Daha önce getirilen suyu üzerimize serpti ve şöyle dedi: “- Şimdi harekete geçin, fakat hiç arkanıza bakmayın !…” Biz hareket ederken, her tarafta Rus askerlerini görebiliyorduk. Buna karşılık sanki biz görünmez olmuştuk. Ormanın içinden 20 mil kadar gittik. Bu gidiş sabahtan yatsı namazına kadar sürdü. Namaz kılma molası dışında hiçbir yerde durmadık ve biz hiç kimse tarafından görülmüyorduk. Rus ordusunun insanlara, kuşlara, hayvanlara ve hareket eden her şeye kurşun attıklarını işitiyorduk. Fakat biz, hiç kimse tarafından görülmeden ve vurulmadan geçip gittik. Ormandan çıkarak Türkiye’ye girdik.


 

Önce Şeyh Şerafeddin’in bir sene önce temin ettiği evin bulunduğu yer olan Bursa’ya geldik. Daha sonra da Dağıstan göçmenleri için Osmanlı Sultanı’nın tahsis ettiği Reşadiye’ye – bugünkü adıyla Güneyköy – taşındık. Reşadiye köyü, Marmara sahilinde, Yalova’ya 30 mil, Bursa’ya 50 mil, uzakta kurulmuştu. Şeyh , önce bir cami, sonra da evini inşa etti. Herkes evlerini kurmak için bizzat çalıştı. Annem ve babam da dayım Şeyh Şerafeddin’in evinin bitişiğine evimizi inşa ettiler.


 

Ben onüç yaşıma bastığım zaman, (miladi 1904) babam ölmüş, annem yalnız kalmış ve ben, annemi ve ailemizi geçindirmek için çalışmak zorunda kalmıştım. On beş yaşıma bastığımda dayım Şeyh Şerafeddin, bana “ Oğlum, şimdi sen yetiştin, ergenleştin; artık evlenmen gerek.” dedi. On beş gibi genç bir yaşda evlendim ; eşim ve annemle birlikte yaşıyorduk.”


 

İLK UZUN HALVETİNDEKİ EĞİTİMİ


 

Şeyh Şerafeddin Dağıstani, yeğeni Abdullah’ı yoğun bir ruh disiplini içinde yetiştirdi ve eğitdi ; yoğun zikirler talim ettirdi. Evlendirdikten altı ay sonra O’na uzun bir halveti emretti. Şeyh Abdullah bu halvetini şöyle anlatır: “ Ben daha altı aylık yeni evliyken şeyhim bana halvete çekilmemi emretti. Annem bu durumdan çok huzursuz olmuştu ve , şikayet etmek için kardeşi olan Şeyhime gitti. Eşim de bu emirden hoşnudsuz olmuştu fakat benim kalbim asla şikayet etmiyordu. Aksine, halvete girmeyi arzu ettiğim için kalbim tamamen hoşnuddu. İnzivaya çekildim. Annem ağlıyor ve şöyle söylüyordu: “Senden başka kimsem yok. Kardeşin hala Rusya’da, baban da bu dünyadan göçüp gitti.” “Anneme acıdım, fakat bu halvet, Şeyh’imin emriydi ve direkt olarak Peygamber Aleyhisselâm’ın işareti ile emredilmişti. Köyümüzün karşı yamaçlarındaki bir mağarada bulunan halvet yerimde her gün altı kez soğuk su ile abdest almam gerekiyordu. Bütün günlük ibadetlerime ilaveten virdimi yerine getirmem emriyle halvete girdim. Bu rutin ibadetlere ilaveten, Kur’an-ı Hakim’den her gün yedi ila onbeş cüz okumam, belirli bir sayıda Allah ism-i celalini zikretmem ve Peygamber Aleyhisselam’a salâvat getirmem gerekiyordu.


 

Keza diğer bir çok manevi uygulamalar da vardı. Bunların hepsi de, bir noktada yoğunlaşarak vecd haline geçmem için yapılacaktı. Ben yamaçları karla kaplı, yüksek bir dağın üstündeki ağaçların ortasında gizlenmiş bulunan bir mağaradaydım. Bana gündelik ihtiyaçlarımın teminiyle görevlendirilen bir kişi , günde yedi zeytin tanesi , iki ons ( takriben 60 gram ) ekmek getiriyordu. On beş buçuk yaşımda ilk halvetime çekilmiştim ve halvete başlarken oldukça şişman bir insandım. Halvetlerim tamamlanıp çıktığım zaman 100 pound ( takriben 46 kilogram) ağırlığa düşecek kadar zayıflamıştım. O mağaradaki halvetlerim boyunca bana açılan manevi deneyim sonuçları ve görüntüleri , sözle anlatılmaz bir nitelikteydi.”


 

Şeyh Abdullah’ın bu özel planlanmış halvet hayatı aralıklarla yirmiiki yaşına kadar sürdü. Son halvetten çıktığında askere gidebilirdi. Nihayet 1. Dünya Savaşı cephelerinde çarpışmak üzere askere gitti.


 

ÇANAKKALE SAVAŞI’NDA YARALANMASI


 

Abdullah Dağıstani şunları söyledi: “Halvetten çıktıktan sonra annemi sadece bir veya iki hafta gördüm. Beni asker olarak Çanakkale’de “Seferberlik” denilen savaşa götürdüler. Düşmanlar tarafından yoğun bir taarruz başlatılmıştı, takriben yüz kadarımız bir siperi savunmak için ateş hattında kalmıştık. Ben, uzak bir mesafeden, bir ipliği bile vurabilecek kadar mükemmel bir nişancıydım. Sayıca bulunduğumuz mevkii savunmaya muktedir değildik ve şiddetli saldırı altındaydık. Bir merminin kalbime saplandığını hissettim ve ölümcül bir şekilde yaralanarak yere düştüm. Ölüm hali denecek bir şekilde yerde uzanırken Peygamber Aleyhisselâm’ın bana doğru geldiğini gördüm. Bana ruhumun vücudumdan nasıl ayrıldığını gösteren bir hal yaşadım. Ruhumun parmaklarımdan başlayarak tek tek her hücremden nasıl çıktığını gördüm. Hayat geri çekilirken vücudumda ne kadar hücre olduğunu, her hücrenin fonksiyonunu, her hücredeki her hastalığın nasıl iyileşeceğini görebildim. Her hücrenin nasıl zikrettiğini işittim.


 

Ruhum bedenimden uzaklaşırken, bir insanın ölürken neler hissedeceğini bizzat görerek öğrendim. Ölümün çeşitli durumları gözümün önüne getirildi. Bu ölüm ahvalini seyirden hoşlanıyordum. Bu haller benim, şu Kur’an-ı Hakim ayetinin sırrını anlamamı sağladı : “Kendilerine bir musibet geldiğinde “biz Allah’a aidiz ve elbette ona döneceğiz” derler.” (2:156)


 

Ruhum bedenimden ayrılırken, son nefesimi verinceye kadar o görünümün devam ettiğini gördüm. Bununla beraber o deneyimi yaşarken ruh olarak canlıydım ve bu tecrübe beni , ölüm halinin sırrını anlamağa muktedir kıldı.


 

Manevi hallere ait görünümler kaybolduğu zaman savaş alanında ölü gibi halimi ve yaralı olanlara bakan doktorları farkettim. Sonra onlardan biri beni işaret ederek şöyle dedi: “Şu yaşıyor, şu yaşıyor! “ Konuşacak veya hareket edecek gücüm yoktu ve vücudumun yedi gündür orada bulunduğunu idrâk ettim.


 

Beni askeri hastaneye götürdüler, sağlığım yerine gelinceye ve tam olarak iyileşinceye kadar tedavi ettiler. Sonra beni terhis ederek tekrar köyümüze gönderdiler.


 

MÜRŞİDİ ŞEYH ŞERAFEDDİN DAĞISTÂNÎ HAZRETLERİ’NİN (K.S) VASİYETİ VE TÜRKİYE’DEN AYRILIŞI


 

1936 yılında Şeyh Şerafeddin Dağıstani , öleceği zamanı önceden belirterek hayatının son günlerinde vasiyetini yeğeni Abdullah’a bildirdi. Vasiyetinde şu tavsiyelerde bulundu: “ Ben öldükten sonra, senin Türkiye’den ayrılman için bir vesile çıkacak. Bu vesileyle harşılaştığında tereddüt etme; çünkü senin görevin, bundan sonra Türkiye dışındadır.” Şerafeddin Dağıstani öldükten sonra Türkiye’ye şeyhin bir çok müridinin olduğu Mısır’dan Kral Faruk’un başsağlığı dileklerini iletmek için bir heyet geldi. Heyetle beraber gelen veliahdlerden biri Abdullah Dağıstani’nin kızlarından birisine ilgi duydu ve O’nunla evlenmek ve ailesiyle beraber ülkesine götürmek istedi. Şeyh Abdullah Dağıstani bunun Türkiye’den ayrılması için ortaya çıkan vesile olduğunu hissetti. Zira Şeyh Şerafeddin Dağıstani bunu önceden ima etmişti. Abdullah Dağıstani bu olayı şöyle anlatmıştı:


 

“Mısır’a gittik ve bir süre kızımla birlikte kaldık. Sonra şeyhimin nasihatini tutarak işaret ettiği Şam’a doğru yöneldim. Karım ve kızımla birlikte İskenderiye’den gemiye binip Lazkıye’ye , oradan da Haleb’e gittik. Haleb’e indiğimiz zaman cebimde sadece 10 sent değerinde, 10 kuruş vardı ve hiçbir maddi varlığım yoktu. Karım ve kızımla birlikte akşam namazını kılmak için gittiğimiz camide bir adam bana yaklaştı ve “Ey şeyh, lütfen benim misafirim olun.” dedi. Bizi götürüp evinde misafir etti. Ben, bunun şeyhin kerametlerinden biri olduğunu düşündüm ve orada Allah bize bir kapı açtı.


 

Abdullah Dağıstani bir süre Haleb’de kaldı. Oradan Humus’a taşındı. Humus’da Peygamberin bir sahabesi olan Halid bin Velid’in türbe ve camisini ziyaret etti. Kısa bir süre Humus’da kaldıktan sonra Şam’a geçti. Peygamber soyundan bir veli olan Sadeddin Cibavi’nin türbesi yanındaki Madan denilen bir muhitte oturdu. Orada Nakşbendiyye tarikatının bir dalının ilk zaviyesini kurulmuştu ve daha sonra oradan Dağıstan’a kadar uzanmıştı. Nakşbendiyye tarikatının altın silsilesi Şam’dan, Kafkasya’ya, Hindistan’a, Bağdat’a, Buhara’ya kadar yayılmış, şimdi ise Şeyh Abdullah Dağıstani vasıtasıyla Dağıstan-Yalova üzerinden tekrar Şam’a dönmüştü.


 

Kısa bir süre sonra, Abdullah Dağıstani’nin Şam’da oluşturduğu zaviyeye gelenler kalabalıklaşmağa başladı. Bir süre sonra Şam’ın kenarında bulunan ve en yüksek noktası olan Kasiyun Dağı’na taşınması için manevi bir emir aldı. Orada inşa edilen evinden tüm şehri görebiliyordu. Bu ev ve bitişiğindeki mescid bugün hâlâ ayakta durmaktadır. Bu mescid ölümünden sonra O’nun türbesi olmuştur. Mescidin temellerini inşa ederlerken yakaza halinde bir görüntü gördü. Bu vizyonda Şah-ı Nakşbend Bahaüddin Buhari ve İmam-ı Rabbani Ahmed Faruk Sirhindi , Peygamber Aleyhisselâm’la birlikte mescidin şeklini belirleyerek temel taşlarını dikti ve duvarlarının yerini işaretlediler. Vizyon kaybolduğunda, zatların belirlediği işaretler yerli yerinde duruyordu.


 

Abdullah Dağıstani , halvet yapması için, bir çok kez, Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’den emir aldı. Hayatı boyunca yirminin üzerinde halvete girdi. Bu halvetlerinden bazıları Şam’da, bazıları Ürdün’de, bazıları da Bağdat’ta, Şeyh Abd’ul-Kadir Geylani’nin türbesinde , çoğunlukla da Medine-i Münevvere’de yapıldı.


 

BEK ALEMİNE GÖÇÜŞÜ


 

Abdullah Dağıstani’nin yaşadığı sürece manevi halini yaşatan pek çok olağanüstü olay gözlemlendi. O’nun hayatı bütünüyle insanlara yararlı faaliyetlerle doludur. Daima güler yüzlü ve asla insanlara kızmayan bir huya sahipti. Evinde herkese açık sofrasından misafir hiç eksik olmazdı. Geceleri uyuduğu nadiren görüldü. Gün boyunca sürekli ziyaretçi kabulü ile meşgul olur, geceleri de özel odasına çekilip teheccüd namazı kılar, Kur’an-ı Kerim okur ; özel zikrini yapar ve “Delail’ül-Hayrat” kitabından Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e salavat-ı şerife okurdu. Gece yarısından şafak sökünceye kadar ibadeti devam ederdi. Elinden geldiği kadar yoksullara yardım eder ve bir çok evsizleri mescidinde barındırırdı. İnsanlara bıkmadan hizmet ederdi.


 

1973 yılına gelindiğinde şöyle söyledi: “Peygamber (s.a.v.) beni çağırıyor. Gidip O’na kavuşmalıyım. Ancak bana “Gözlerinden ameliyat oluncaya kadar bana gelme”. dedi. Bu sözleriyle sol gözündeki ileri derecedeki myopi kusurunu kastediyordu.Göz ameliyatı gerçekleştikten sonra, yemek yemeyi tamamen kesti. Birşeyler yemesi için yalvaranlara : “Ben nihai halvetimdeyim, zira Peygamber (s.a.v.) beni çağırıyor” diye ricaları reddetti. Sadece suya batırarak kuru ekmek yiyordu. Bir müridi son günlerini şöyle anlatmıştır: “Bir gün Abdullah Dağıstani “Artık gidip Peygamberim(s.a.v.)’e kavuşmak istiyorum. Allah ve Rasûl’ü beni çağırıyor.” dedi. Sonra vasiyetnamesini yazdı ve şöyle dedi: “Önümüzdeki Pazar günü dünyadan göçüp gideceğim.” Bu tarih 30 Eylül 1973, Ramazanın 4. günüydü. Hicri 1393 yılıydı.


 

Ölümüne tanık olan bir müridi o günü şöyle anlatıyor: “Dünyadan göçeceğini söylediği Pazar günü saat 10.00 da bizimle beraber odasında oturuyordu. Bana, “Nabzımı say” dedi. Nabzını saydım. Kalbi çok çarpıyor, nabzı dakikada yüzellinin üzerinde atıyordu. Sonra, “Ey oğlum, bu anlar hayatımın son saniyeleridir. Bu sırada yanımda ailemden başka kimsenin bulunmasını istemiyorum. Herkes buradan çıkıp, toplantı salonuna gitsin” dedi. Zaten odanın içinde on kişi idik. O anda iki doktor geldi, biri benim kardeşim, diğeri de onun bir arkadaşıydı. Hep birlikte dışarı çıktık. Beklemeğe başladık.


 

Az sonra kızının içeride “Babam öldü! , Babam öldü! ” diye ağladığını işittik. Hepimiz odaya koşarak girdik ve büyük şeyhin hareket etmediğini gördük. Doktor kardeşim hızla nabzını tuttu ve kan basıncını kontrol etti, fakat hiçbir şey hissedilmiyordu. Nabız durmuş, tansiyon ise alınmıyordu. Kardeşim çarpılmış bir halde acil ilaçlarla bir enjektör almak için arabasına koştu. Tekrar aynı hızla odaya döndü, kalbi çalıştırmak için getirdiği ilacı şeyhin kalbine bir şırınga yaparak vermek isterken diğer doktor, “Ne yapıyorsun? Şeyh en az yedi dakika önce ölmüş bulunuyor. Aptallığı bırak ! ” dedi. Fakat kardeşim kimseyi dinleyecek halde değildi. Elindeki enjeksiyon iğnesiyle ısrar ederek ilerliyordu. Bu sırada Şeyh gözlerini açtı ve Türkçe “Bırak” dedi. Bunun anlamı “Dur” demekti.


 

Herkes şok oldu. Daha önce ölmüş bir kişinin konuştuğu hiç işitilmemişti. Bu olayı bütün hayatım boyunca hiç unutmayacağım.”


 

“Ölüm haberi, bir kasırga gibi, Şam, Haleb, Ürdün ve Beyrut’u dolaştı. O’nu son bir kez daha görmek için insanlar her taraftan akın akın geliyordu. O’nu yıkadık, mübarek vücudundan sadece çok güzel bir koku çıkıyordu. Cenaze namazını kılmak ve aynı gün defnetmek için O’nu hazırladık. Cenaze merasimine Şam’ın bütün alimleri iştirak etti. Cenaze namazına yüzbinlerce kişi katıldı. Cenazeye gelen insanların konvoyu evinden cenaze namazının kılındığı Muhyiddin ibn Arabî Camii’ne kadar uzanmıştı.”


 

“Cenaze namazından sonra evine döndüğümüz zaman, tabutun, hiç kimsenin gayreti olmadan cemaatin başları üzerinde adeta uçarak, gömüleceği kendi mescidine gittiğini gördük. Bizim Muhyiddin ibn Arabi Camii’nden yürüyerek Şeyh’in mescidine gidişimiz üç saat sürdü. Normal yürüyüşle bu mesafe yirmi dakika sürmektedir, fakat sokaktaki kalabalıktan dolayı üç saat sürmüştü.”


 

“Ramazan ayı idi, herkes oruç tutuyordu. Uzaktaki bazı sevdiği kişilerin ulaşabilmesi için defin işlemi kısa süre ertelendi. Yakın müridleri, ahaliye eğer istiyorlarsa gidebileceklerini söyledi. Bir müddet sonra, insanların çoğu ayrılmıştı. Mescidinde sadece Şeyh’in çok samimi müntesibleri kalmıştı. Akşam namazı vaktinden az önce kendi dergahının mescidinde toprağa verildi.Rahmetullahi aleyh..”

bottom of page